Atlı Okçuluk

Atlı Okçuluk

  • Türk Atlı Okçuluğunun tarihsel geçmişi kadim bir nitelik taşımaktır. Yaklaşık M.Ö. 5000’den itibaren Altay ve Tanrı Dağları çevresinde ortaya çıkan daha sonra da İç Asya’ya tamamen egemen olan atlı bozkır kültüründe atlar ve okçuluk, sosyal yaşamın önemli bir parçasını oluşturmaktaydı. Türk toplumlarında binicilik ve avcılığın yanı sıra okçuluk, erkek ve kız çocuğu ayırt etmeksizin küçük yaşlardan başlanılan askeri bir idman eğitim vasıtası olarak görülmüştür. Bu sayede askeri yapılanma ve silah kullanımında üstün başarılar ortaya konulmuştur.

            Tarihteki Türk atlı okçuları dörtnala giderken dönüp arkaya ok atarak tam hedefe isabet ettirme ustalıklarıyla tanınmışlardır. Dörtnala giden at üzerinde dönerek arkadaki hedefi vurmak, Partlar’a kadar uzanan eski bir usuldür. Atlı okçu koşturma sırasında atın dizginlerini tutmadan, sadece bedeninin hareketleriyle atı yönetir ve yönü ayarlar; öte yandan okunu çıkarıp atışını yapar. Her ne kadar bu pozisyonda oku isabet ettirmek imkânsız görünse de okun yayın üzerinde son derece istikrarlı bir şekilde durması Türk okçuluk tekniğiyle mümkün hale geliyordu.          

Tarih boyunca at üzerinde gösterdikleri okçuluk maharetleriyle bilinen Türk sultanlar, sikkelere de nakşedilmiştir. Selçuklu Sultanı IV. Rükneddin Kılıç Arslan’a ait 1246 tarihli gümüş sikkenin bir yüzünde tasvir edilmiş süvarinin sultanın kendisi olduğu düşünülmektedir.

 

Vur-kaç, sahte geri çekilme ve düşmanın etrafını sarma gibi taktikler Türk atlı okçularının kullandığı ve birçok zaferde kilit rol oynayan taktiklerdir. Karşılaşmanın kızıştığı bir anda, atlı okçular, savaş alanını terk eder gibi yaparak atlarıyla kaçmaya başlarlardı, tam bu esnada dörtnala koşan atlarının üzerinde doğrulup geriye doğru attıkları oklarla düşmanı şaşkına çevirirlerdi. Düşmanlarının kovalamaktan vazgeçtiği bir anda Türkler tüm hızlarıyla geri dönerek onları bozguna uğratırlardı. Bizanslı prenses ve tarihçi olan Anna Komnena bu konuda şu ifadeleri kaydetmiştir: “ Düşmanı tam bir çember içine alıp ona ok atarlar ve kendilerini uzaktan savunurlar. Bir Türk, kovalamaya geçmişse düşmanını, ok atmakla haklar; kendisi kovalanıyorsa, okları sayesinde üstün gelir. Bir ok fırlatır ve ok, uçarak, ya ata ya da atlıya saplanır; ok, çok güçlü bir elle atılmışsa gövdeyi bir yandan ötekine delip geçer. Onlar gerçekten çok usta okçulardır.

            Türkler savaş zamanlarının dışında barış halindeyken askeri idman, spor veya yarış maksadıyla at sürer, ok atarlardı. Türklere has bir oyun olan kabak oyunu da böyle zamanlarda icra edilen bir atıcılık oyunuydu. Atlı okçular, yere dikilmiş bir direğin tepesinde bulunan tahta çembere nişan alırlardı. Bu oyunu sultanlar beyler de oynamaktaydı. Bazı şehirlerde “kabak meydanı” olarak adlandırılan meydanların isim kökeni de, bir zamanlar o meydanlarda bu sporun yapılıyor olmasından kaynaklanmaktadır. Fatih Sultan Mehmed, Topkapı Sarayı’nı yaptırınca saray ile Marmara Denizi arasındaki, Bizanslılar’dan kalma Akropol harabelerinin yerini spor alanı haline getirdi. Alanın ortasına da uzunca bir direk dikilerek tepesine kabak asıldı. Enderun cundîleri (hünerli binicileri) burada idman yaparlardı. On altıncı yüzyılın sonlarına kadar o meydan da “Kabak Meydanı” olarak anıldı.